Merhaba :)
Uzun bir süredir yokum, instagramdan takip edenler biliyordur; upuzun ve stresli final dönemi, okul ödevleri, part time sayılabilecek bir şekilde çalışmaya başlamam -bunu instagramdan takip edenler de bilmiyordur çünkü size hiç bahsetmemiştim- ara tatil, eve gelmem... derken ufak tefek yazdığım yazılar olsa da düzenleyip paylaşacak motivasyonu bir türlü bulamadım kendimde. Ama motivasyonun da öyle oturup bekleyerek gelen bir şey olmadığını biliyorum. Benim bir işi istekli şekilde, heyecanla yapabilmem için o işe öyle ya da böyle kendimi zorlayarak başlamam gerekiyor, sonra da gerisi bir şekilde geliyor zaten :)
İşte böyle uzun bir aranın ardından geri döndüğüm yazı da benim için gerçekten önemli, hayatımda çok etkili olup pek çok anlamda büyük fark yaratan bir konu hakkında olsun istedim.
Sizlerin hayatında da önemli farklılıklar yaratacağını umduğum ve tanıdığım her insana "nolur okuu!" diye önermek istediğim 3 çok özel kitaptan bahsedeceğim şimdi;
İsterseniz başlamadan önce kitap okumaya başlama serüvenimden bahsedeyim size, çok çok uzun süremeyecek bu kısım çünkü ne yazık ki çok eski bir geçmişi yok :)
Bu hikayeden daha önce bir yerlerde bahsettiğimden adım gibi eminim ama nerede olduğunu hatırlamıyorum, buradaki herhangi bir yazımda anlattıysam ve ikinci kez dinliyorsanız belki sıkıcı gelecek, özür dilerim ama benim için gerçekten çok zor olan ve hayatım boyunca kazanamayacağımı düşündüğüm bir alışkanlıktı düzenli kitap okumak, bu nedenle değinmeden geçemeyeceğim :)
Çocukluktan beri kitap okuma alışkanlığına sahip olan bir insan değilim, pek çoğunuz gibi ben de hep, kitap okumanın ne kadar önemli olduğundan bahsedilen ama çok nadir birilerinin eline kitap alıp da okuduğu bir evde büyüdüm.
Evimizde her zaman normal evlere göre daha fazla kitap oldu. Gidip de kitapçıdan iştahla kitap alışverişi yaptığımız az olurdu ama bir şekilde evde hep çok kitap vardı işte. Sanırım 3 tane öğrenci var diye hep eş dost okuduğu kitapları bize veriyordu sonra da okunmadan senelerce öyle kalıyordu o kitaplar kitaplıkta.
Kitaplarla ilgili hatırladığım ilk anım, annemin ilk romanım olan "Heidi"yi bana hediye olarak alması ve "bu kitabı tamamen bitirdiğinde sana bir sürprizim olacak" demesiydi.
Sanırım 1. ya da 2. sınıftaydım. Anneme "ama anne, bunun içinde hiç resim yok, nasıl okuyacağım ki ben bunu, çok sıkılırım" dediğimi hatırlıyorum.Tam olarak kaç günde bitirdim emin değilim ama bir şekilde okuyup bitirdim Heidi'yi.
Bir akşam okuldan geldiğimde de yatağımın üzerinde içinde barbie bebek olan bir hediye paketi gördüm -ki her istediğimde oyuncak alınan bir evde büyümediğim için çok heyecan verici olduğunu tahmin edersiniz bu hediyenin.- yani annemin bu inanılmaz hediyesi sayesinde kitaplarla çok güzel şekilde tanıştım.
Liseye kadar okulun ve yaşımın gerektirdiği sıklıkta (!) kitap okuyarak geldim ama kitaplarla arasında özel bir bağı olan, kitap kurdu denilebilecek bir çocuk değildim hiçbir zaman.
Lise 2'deyken, okuduğum okulda ilçe geneli bir kitap okuma yarışması düzenlendi. Yanlış hatırlamıyorsam 10-15 farklı okulun katıldığı bir yarışmaydı bu.
Önce bizim okuldan yarışmaya katılacak öğrencileri seçmek için bir ön eleme yapıldı. Amin Maalouf'un Doğudan Uzakta isimli kitabı ile ilgili 20 soruluk bir test olduk ve ben de testteki tüm soruları doğru cevaplayıp yarışmaya katılmaya hak kazandım. Birincilik ödülü 750 TL'ydi ve birkaç aylık sürenin sonunda 8 kitaptan (bunların içinde Türk ve Dünya Klasikleri, şiir kitapları vs. vardı.) 100 soruluk bir sınav olacaktık.
O dönem ki Edebiyat öğretmenim -sanırım hayatım boyunca en çok değer verdiğim öğretmenim de yine odur- aylar boyunca beni ve benimle beraber yarışmaya katılacak olan diğer arkadaşımı boş derslerde, okul çıkışları, hafta sonları... yarışmaya hazırladı, beraber kitapları okuduk- analizlerini yaptık, yeri geldi ertesi gün önemli bir yazılım olmasına rağmen ben açıp romanları okuyordum. - Roman okuyordum deyince, normal şekilde alıp da bir romanı okumak gelmesin aklınıza. Madam Bovary gibi 500-600 sayfalık -16 yaşındaki bir öğrenci için kolay sayılmayacak kitapları- 4-5 defa baştan sona okuyorduk ve okurken de romanın herhangi bir sayfasında ana karakter ve yardımcı karakter oturmuş muhabbet ederken bulundukları odadaki perdelerin ne renk olduğu gibi birer cümleyle verilmiş tasvirlere bile dikkat ediyorduk. Yüzlerce sayfalık romanları yalayıp yutuyorduk kısacası.
Peki ne oldu bunca emeğin sonucunda?
Mutlu son. Ben birinci oldum, benimle beraber hazırlanan diğer arkadaşım da ikinci oldu. 🎉
Bu hikayeyi niye anlattım şimdi size? hemen söyleyeyim;
- Öncelikle bu yarışma ile elde ettiğim başarı, hayatımda kazandığım ilk -ciddi sayılabilecek- başarımdı.
- Hayatımda ilk kez ailem dışında benim için çok ciddi şekilde zaman ayıran, emek veren bir insanı -Edebiyat öğretmenimi- mutlu etmeyi çok istediğimi ve kendimden çok onu düşünerek saatlerce kitap okuduğumu hatırlıyorum. ( Belki doğru belki yanlış bilmiyorum ama bu, üniversiteye geçene kadar hep çok ciddi bir motivasyon yöntemi olmuştur benim için. Lise ve üniversite sınavlarına hazırlanırken de kendime hep "kendi geleceğini düşünmüyorsan anneni düşün, senin için verdiği emekleri düşün. Kendin için başarmayacaksan bile onu mutlu etmek için başaracaksın bunu" diyor ve bu şekilde çalışmaya zorluyordum kendimi.)
- Ha bir de, bu yarışmadan sonra çok ciddi bir biçimde kitap okumaktan- özellikle de edebi romanlardan- soğudum :)
Tıpkı ders çalışmak gibi. Yani kitap okumak "zorundaymışım" ama aslında hiç "okuyasım yokmuş" gibi hissediyorum.
Elime aldığım her kitabı en fazla 50 sayfa okuyup bırakıyordum, devam ettiremiyor, devam ettiremedikçe de kendimi suçlu hissediyordum. Bir süre sonra da kendimi suçlu hissetmemek için elime hiç kitap almaz oldum.
Sonrası zaten klasik, 12.sınıfa geldim ve sınav senem olduğu için normalde takdir edilecek bir eylem olan "kitap okuma" eylemi, o sene herkes tarafından "sınavdan sonra istediğin kadar okursun, şimdi sırası değil. Bunun yerine aç paragraf çöz" denilen bir şeye dönüşmüştü. Arkadaşlarımla LYS döneminde en çok konuştuğumuz konulardan biri "Edebiyat için romanların kendisini mi okusak, yoksa özetleriyle mi idare etsek?" olmuştu. (Tabi ki de özet kazandı.)
Peki sonra?
Üniversiteye geçtim; üniversitede her şeyin bambaşka olacağını, çok düzenli şekilde kitap okuyacağımı düşündüm ama özellikle de ilk senem, okulda önerilen ve alışkın olmadığım şekilde -akademik dille- yazılmış kitapları okumaktan ibaret kaldı.
Şimdi son olarak, size kitaplarla ilgili en çok utanç duyduğum zamanı anlatacağım, hazır mısınız?
Geçtiğimiz yaz, 2 aylığına Moldova'ya giderken (bilmeyenler için geçen yaz Moldova'da 2 ay AGH yaptım, gönüllülükle ilgili yazılarıma buradan bakabilirsiniz.) yanıma "oralarda Türkçe kitap bulamam" diyerek 2 tane 400-500 sayfalık roman aldım ve koskocaman 2 ay boyunca o romanları sadece ne zaman okudum biliyor musunuz? Giderken ve gelirken havaalanlarındaki aktarmalarım esnasında.
Neredeyse 19-20 yaşına gelene kadar ki -hadi bunun ilk 6 senesini saymayalım okuma bilmiyordum o zamanlar, nereden baksanız kitap okuyabileceğim 10-15 senem diyelim- okuma hayatımın özetini geçtim size.
Benim için her şey daha çok yeni, bu Eylül'de başladı aslında. Moldova'dan geldim, oradaki 2 ayım son derece yoğun geçtikten sonra evde birdenbire boşluğa düştüm, her şey inanılmaz rutin-sıkıcı gelmeye başladı, sosyal medyadan bunaldım... ve hala okulun açılmasına 1 ay gibi bir süre vardı yani Mersin'de yapacak bir şeyler bulmam gerekiyordu.
Başak Kablan'ı biliyorsunuzdur, son zamanlarda baya popüler olan, benim de düzenli takip ettiğim YouTuberlardan birisi. Ablam onu çok seviyor, bu yazın sonunda "Önce Hayallerim Öldü Sonra Babam" isimli bir kitap çıkardı belki duymuşsunuzdur, ablam da kitabı çıkar çıkmaz aldı tabi.
Ben zaten sıkılıyordum, eve de yeni bir kitap gelmişti, aldım elime ve okumaya başladım. Kitabın -benim açımdan- şöyle bir özelliği var, hayat değiştirecek ya da okurken sizi hayretlere düşürecek bir kitap değil ama çok akıcı. Başak Kablan'ı YouTube'tan takip ediyorsanız, kitap sanki açıp videolarından birini izliyormuşsunuz gibi gidiyor ve 1- 1.5 günde bitiriveriyorsunuz.
Kitabı bitirdikten sonra dedim ki "neden devam etmiyorum ki bir şeyler okumaya?" yine ablamın aldığı ama daha önce okumadığı bir kitap vardı evde, onu da aldım, okumaya başladım ve günde 20 sayfa 30 sayfa derken devam ettim okumaya.
Sonra İstanbul'a döndüm. Orada da devam ettim. Hatta gittim kitapçılara; oralarda zaman geçirmeye, kendime kitaplar seçmeye başladım. Kitap alışverişi yaptım, okurken hoşuma giden her sayfaya post itler yapıştırdım, notlar aldım. Beğendiğim kısımları instagramdan sizinle de paylaştım, sizler yorum yaptınız ve sizinle kitaplar hakkında konuştuk bol bol, çok hoşuma gitti bu durum.
Ama bir sorunum vardı; zaman bulamıyordum (!) Çünkü baktığınızda "günümüzde" kitap okumak için zaman ayırmak gerçekten çaba istiyor, artık boş zamanı değerlendirme anlayışımız baya bir değişti. Teknoloji bu kadar hayatımızın içinde değilken herhangi bir şey yapmak zorunda olmadığımızda kitap, dergi karıştırabiliyorduk ama şimdi öyle mi?
Şu anda kendimizi her fırsatta instagramda, pinterestte gezinirken bulabiliyor, 15 dakikalık bir aramız bile varken, bakalım YouTube'da neler varmış diye düşünebiliyoruz.
Gerçekten okumuyoruz ya da benim çevremde hiç okuyan insan yok.
Kitap okumayı sevmeye çalıştığım zamanlarda sürekli "kitap okumak neden önemli? neden okumalıyız?" gibi soruların cevaplarını aradım. Sorarsanız bulabildin mi bu sorularına bir cevap? diye, net bir şey söyleyemem belki size.
Çünkü artık yüzyıllar öncesiyle ilgili bilgiyi 45 dakikalık bir Netflix belgeselinden öğrenebiliyor, dünyanın öbür ucundaki insanın nasıl bir hayat yaşadığını 12 dakikalık vlogtan şıp diye görebiliyoruz. Yani bilgiye ulaşmak için saatlerce ansiklopedi karıştırmamıza gerek yok, evet.
Peki ama hayal gücü? O ne olacak?
İzlediğimiz herhangi bir video, bir insanın herhangi bir konu hakkında bilgi edinip de o bilgiyi kendi süzgecinden geçirmesi ve geride kalanları istediği şekilde kesip biçtikten sonra bizlerle paylaşması sonucu oluşuyor.
Yani bize gelene kadar pek çok aşamadan geçmiş ve -benim görüşüme göre- biraz saflığını yitirmiş oluyor.
Bir videonun, dizinin içerisine dahil olabilmek; o kahramanlardan biriymiş gibi davranabilmek çok zor. İzlemek çok keyifli evet, ama çoğunlukla sadece "izleyici" olarak orada bulunuyor ve bir başkasının hayatına tanık olup her şey bittikten sonra da kapatıp kendi hayatımıza devam ediyoruz.
Kitapta ise daha ilk sayfadan itibaren kendimizi kitabın bir karakteri gibi hissedebiliyor, cümleleri kendi istediğimiz şekilde yorumlayabiliyor, kişileri dünyada başka kimsenin yapamayacağı bir bedene büründürebiliyoruz. Her şey birdenbire bize özel olmuş oluyor ve hayal gücümüzde bir dünya kurup o dünyanın istediğimiz kısmına istediğimiz şekilde dahil olabiliyoruz.
Kitap okurken istediğin yerde durabiliyor, cümleleri tekrar tekrar okuyabiliyor, yazarı karşına alıp onun beyninin içinde neler olduğunu kelimelerinden hareketle anlamaya çalışabiliyorsun. Kimi zaman söz konusu yazar 100 sene önce yaşamışken kimi zamanda hikaye 300 yıl sonrasında geçiyor olabiliyor.
Kim ne derse desin bu "inanılmaz" bir şey.
Kitap okumayı sevmek bir de nasıl bir şey biliyor musunuz bana kalırsa; "arkadaş edinmek" gibi.
Yani şöyle düşünün, hayatı boyunca hiç "doğru" insanlarla tanışmamış, hep kazık yemiş, her defasında güveni sarsılmış bir insanın "ben arkadaşlığa inanmıyorum, arkadaşım diyen herkes yalancıdır" demesi çok da şaşılacak bir şey değil ve bu insanı arkadaşlığa inanmadığı için suçlamak- yargılamak da çok mantıklı olmaz.
Bu kişinin arkadaşlığa inanması için önce "doğru- kendine uygun- iyi anlaşabileceği" birileriyle tanışması lazım böyle kişilerle tanışabilmesi için de epey bir araması lazım. Çünkü ne kadar insan varsa o kadar farklı hikaye, o kadar farklı zevk vardır ve herkesin arkadaşlıktan beklentisi birbirinden farklıdır.
İşte kitap okumayı sevebilmek için de önce "doğru- kendine uygun" kitabı bulmak lazım. Bu kitabı bulmak da kimi zaman şansa, çoğu zaman da bol bol arayışa bağlı bana kalırsa.
Bilinçli, çeşitli konular hakkında fikir sahibi, farkındalığı yüksek bir insan olmak için toplumun farklı kesimlerinden pek çok insanla sohbet etmemiz, farklı farklı ortamlara girerek zaman zaman hayata alıştığımızın dışında bir perspektiften de bakıyor olmamız gerek değil mi? Ama bu insanların her biri ile arkadaş olmamız, sık sık zaman geçirmemiz gerekmiyor.
Kitap okurken de elbette daha fazla zevk aldığımız, bize hitap eden türler olacaktır. Kimimiz kişisel gelişim severiz, kimimiz cinayet romanı... fakat arada bir farklı farklı türleri, bizimkinden farklı bakış açılarıyla yazılmış eserleri okumak da bizi geliştirecek hem empati yeteneğimizi arttıracak hem de daha bilinçli, neyi- ne için savunduğunun/savunmadığının farkında kişiler olmamızı sağlayacaktır.
Şimdi ben de sizinle "bana gerçekten hitap ettiğini düşündüğüm, işte bana okumayı bu sevdirebilir!" dediğim türde 3 çok özel kitabı paylaşacağım. "Bu kitapların ortak özelliği ne ki bu kadar çok sevdim?" diye kendime sorduğumda verdiğim ilk cevap beni düşündürmeleri, bir şeyler sorgulamamı sağlamaları oldu. Her 3 kitabı okurken de defalarca kez "vay be!" deyip, aynı cümleleri tekrardan okudum yetmedi bunu başkaları da bilmeli diyerek o an yanımda kim varsa ona söyledim, instagramdan sizlerle paylaştım...
Hadi ilki ile başlayalım;
MOMO / Michael Ende
Momo aslında epey popüler olan bir kitapmış, hatta uzunca bir süre çok satanlar arasında kalmış ama ben hiç duymamıştım adını.
İstanbul'a dönmeden önce -valizimi hazırlarken- annem; "bak bu kitap da güzel, ben başladım ama bitiremedim, istersen al bunu da götür" dedi. Ben de şöyle bir baktım "e iyi ver götüreyim bari" dedim. Aldım yanımda getirdim ama uzunca bir süre okumadım, nedeni de şu; arka arkaya hep akademik kitaplar, düşünce yazıları okuyunca romanlara ister istemez uzak hissediyorsunuz kendinizi ve -belki çok saçma ama- roman okumak sanki zaman kaybetmenize sebep olacakmış gibi geliyor.
Bu ön yargı ile erteledim de erteledim Momo'yu ve bir gün yurtta otururken "hadi okuyayım şu kitabı biraz" diyene kadar da ertelemekle ne kadar büyük bir hata yaptığımı anlayamadım...
Momo o kadar derin, cümlelerin altında o kadar gizli anlamları olan bir kitap ki defalarca okusam bile her seferinde farklı şeyler hissedeceğimden, bambaşka konular üzerine düşüneceğimden eminim.
Momo, küçük bir kız aslında. Hiçbir şeyi olmayan, yalnız başına harabe bir yerde çevredeki insanların yardımlarıyla ayakta kalan küçük bir kız. Çok özel ve nadir bulunan bir yeteneğe sahip Momo, çok iyi bir dinleyici.
Karşısındaki insanı öyle bir dinliyor ki ağzını açıp tek kelime konuşmasına gerek kalmadan insanlar dertlerine çözüm bulmuş, rahatlamış şekilde ayrılıyorlar onun yanından.
Bir gün Momo'nun yaşadığı şehre çok sinsi planlar yaparak insanların en önemli varlıklarını "zamanlarını" çalan ve şehirdeki insanların mutsuz, tek düze, robotlaşmış kişiler olmasına sebep olan "duman adamlar" musallat oluyor ve buradan sonra da hikaye başlıyor...
Momo bana "zaman" olarak bir çırpıda söyleyiverdiğimiz ama aslında gerçek değeri ile ilgili ufacık bir fikir sahibi bile olmadan boşa harcadığımız kavramın ne kadar önemli olduğunu, daha da önemlisi "neden" önemli olduğunu, zamanımızı "neden" en doğru şekilde geçirmemiz gerektiğini bir kez daha gösterdi.
Momo'yu okumayı düşünürseniz eğer; aslında çok basit, düz gibi gelen cümlelerin arkasındaki anlamları görmeye, yazarın dikkat çekmek istediği konuları anlamaya çalışmanızı öneririm. Emin olun özenli şekilde okuduğunuzda cümleler gerçekten hayata bakış açınızı değiştirebilecek niteliğe bürünecek, benim öyle oldu :)
SİDDHARTHA / HERMANN HESSE
Siddharta... Siddharta'yı nasıl anlatsam size, düşünün bir konu çok kafanızı karıştırıyor, işin içinden çıkamıyorsunuz, sürekli birilerinden yardım bekliyorsunuz ama insanlar bırakın yardım etmeyi sizi anlamıyorlar bile. Sonra karşınıza bir insan çıkıyor ve bir bakıyorsunuz ki o da sizin geçtiğiniz yoldan geçmiş, aynı sıkıntıları yaşamış ve size kendi hikayesini anlatmaya hazır.
Siddhartha tam da böyle bir zamanda karşılaştığım bir kitap oldu.
Çünkü kitapta "arayışta" olan; kim olduğunu, hayat amacını arayan bir gencin, Siddhartha'nın hikayesi anlatılıyor.
İçerisinde çok fazla soru olan ve pek çoğunun da cevabı verilmeyen bir kitap yani sizi kendi sorularınızın üzerine sorular eklemeye ve bunlar hakkında düşünmeye teşvik ediyor sık sık.
Bu kitabın -ve bu tarz derin anlamlar içeren kitapların- belirli bir süre içerisinde bitirilme kaygısı ile değil de zamana yayarak, notlar alarak ve yeri geldiğinde bir cümle üzerinde 1 saat düşünecek kadar ciddiyetle okunması gerektiğini ve kitaba hak ettiği zamanın verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Aslında bu, tüm kitaplar için böyle olmalı. Bizlerde hep "haftada bir kitap bitiririm, 3 günde 100 sayfa okurum" gibi sayılarla ilgili takıntı var. Bu neye benziyor biliyor musunuz? bir kişinin 10 günde 15 ülke gezmesine ya da 30 çeşit yemeğin olduğu bir sofraya oturunca kendini iyi hissetmesine...
Elbette ki bu benim görüşüm, kimse katılmak zorunda değil ama önemli olan sayılardan ziyade -şu kadar ülke gezdim, bu kadar kitap okudum...- yaptığın eylemin sana ne kattığı, ne öğrettiği ve en önemlisi de bundan sonraki hayatında, düşünce yapında, alacağın kararlar üzerinde ne kadar etki sahibi olduğu.
Bu nedenle bırakın sayılara odaklanmayı ve elinize aldığınız kitabın kaç saate, kaç güne ihtiyacı varsa verin ona. Anlamadığınız, üzerine uzun uzun düşünmek istediğiniz kısımları tekrar tekrar okuyun, yazın, çizin...
Tüm bunların dışında Siddhartha'nın "Kendini Ne Kadar Tanıyorsun?" yazımı yazmama, düşüncelerimi toparlamama da çok katkısı olmuştur. Çünkü bu yazı benim aylardan beri defalarca kez başlamama rağmen bir türlü düşüncelerimi toparlayamadığım için yarım bıraktığım bir yazıydı.
Eğer siz de kim olduğunuzu, nasıl bir yolda olmanız gerektiğini, varış noktanızın ne olduğunu düşünüyor, bu konularla ilgili kafa karışıklıkları yaşıyorsanız eminim ki Siddhartha olaylara şu an olduğundan biraz daha farklı bir noktadan bakmanıza yardım edecek.
BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE / GRIGORY PETROV
Kitapta, adından hep övgüyle söz edilen Finlandiya ve Fin halkının uyanışı; çok az nüfuslarıyla, sert iklim koşullarıyla, doğal kaynaktan yoksun toprakları ile bugün sahip oldukları konumu elde edişleri anlatılıyor.
Bu kitapta beni etkileyen şey yalnızca Finlandiya'nın, insanı merkeze koyan- inanılmaz eğitim sistemi olmadı. Aynı zamanda donanımlı, iyi bir liderin, yoksulluk- eğitimsizlik içindeki ve başka milletlerce yönetilmeye mahkum kalmış bir halkı dünyanın en eğitimli, refah seviyesi en yüksek milletlerinden birisi haline nasıl getirebileceğini de görmüş oldum.
Johan Vilhelm Snelman, Finlandiya'nın bugünkü konumuna ulaşmasında en çok katkısı olan devlet adamlarından bir tanesi, kitapta da sık sık adı geçiyor kendisinin.
Snelman, Fin halkını uyandırmak için köy köy gezip her seviyeden insana, beraberindeki aydınlarla birlikte eğitimler veriyor, nasıl çocuk yetiştirilmesi gerektiğini, ekonominin nasıl güçleneceğini, Finlandiya'nın nasıl lider bir ülkeye dönüştürülebileceğini gece gündüz demeden onlara anlatıyor ve adeta yaşamını ülkesini geliştirmeye adıyor.
Şu ana kadar hayatını okuduğum kişiler arasında yaptıklarıyla, sözleriyle, düşünceleriyle beni en çok etkileyen liderlerden birisi oldu Snelman, sizlerin de kesinlikle daha yakından tanımanızı ve sözleri üzerine düşünmenizi isterim.
Dediğim gibi, bu kitabın ne kadar önemli- muhakkak okunması gereken kitaplardan bir tanesi olduğu ile ilgili ekstra cümlelere ihtiyacı yok, ancak bu kitabın da kesinlikle yukarıdakiler gibi zaman ayırarak, üzerine düşünerek okunması gerekenlerden bir tanesi olduğunu düşünüyorum.
Kitapla ilgili söyleyeceklerimi bitirirken size en sevdiğim- beni en çok etkileyen birkaç kısımdan alıntı yapmak istiyorum ( kitabın tamamı bu nitelikteydi, bu yüzden şimdi post it yapıştırdığım sayfalardan birini rastgele seçerek ekleyeceğim buraya aslında :))
"Aydın olmak, modaya uygun kıyafetler giymek veya kolalı yakalık ve modern şapka takmak değildir. Halk size, iyi bir ücret almanız ve akşamları sözde okuma salonlarında iskambil ve domino oynamanız için okutup terbiye vermedi. Okumuşların hepsi, ulusal zekayı geliştirmek, ulusal vicdanı uyandırmak, ulusal iradeyi güçlendirmek zorundadır."
"Aile büyükleri gençlerin kartallar gibi uçamadıklarını ve neden kanatsız kuşlar gibi olduklarını görüp şaşırırlar. Anne ve babalara şunu sormak istiyorum: Siz çocuklarınızı eğitirken onlara kartal kanatları verdiğinizi düşünüyor musunuz? Yoksa kanatlarını daha ilk başlarda siz kendiniz mi kırdınız?
Çocuklar büyüyüp birer genç kız ve delikanlı olduklarında, ebeveynleri onların geleceği ile ilgili hayaller kurarlar. Oğullarının mühendis, memur, tüccar, doktor, avukat veya iyi bir meslek sahibi olmasını isterler. Kızlarına ise zengin bir koca bulmaya çalışırlar. Çocuklarının rahat yaşaması için uğraşır ve anne baba olarak görevlerini en iyi şekilde yerine getirdiklerini düşünürler.
Lev Tolstoy gayet isabetli bir tespitle şöyle diyor;
Hayattaki düzensizliğin en büyük nedenlerinden birisi şudur: Herkes zengin olmak istemekte fakat hiç kimse hayatını düzene sokmak istememektedir.
Herkes, hayattan fazlasını almak isterken ona bir şey katmak istemiyor. Egoist, istismarcı ve asalak olarak atıldıkları hayatın anlamını başkalarının sırtından geçinmekte arıyorlar. Çocuklarına bu 'hayat felsefesini' aşılayanlarsa anne ve babalar! Bu öğüt ve telkinlerle büyüyen çocuklar gelecekte egoist, kendini beğenmiş, sığ ve ruhsal olarak zayıf olup ahlaksız ve şehvet düşkünü bireyler olarak toplum hayatına katılmaktadırlar. Bu gençlerde vatanına, halkına karşı sevgi, fikirlere, emek gerektiren işlere karşı hürmet hissi yoktur. Ebeveynlerini de içten sevmemektedirler. İşin özü, ne ekerseniz, onu biçersiniz!
Gençlerin ruhunu bakımsız bir tarla gibi boş bırakırsanız orada sadece ısırgan otları ve dikenler gibi zararlı otlar yetişir. Çocukların terbiye edilmemesi yalnızca aileyi değil toplumu ve devleti de ilgilendirir. İstediğiniz kadar mükemmel kanunlar yapın, seçimleri mevzuatları oluşturun, siyasi ideolojilerin mucizevi güçlerine inanın, çocuklarınız iyi terbiye görmeden hayata atılırlarsa ne kadar iyi bir hukuka sahip olursak olalım toplum hayatımız sönük ve sefil olacaktır. Bu gençlerin arasından çıkan memurlar işlerinde ihmalkarlık yapacak, milletvekilleri kendi çıkarlarının peşinde koşacak, bakanlarsa siyasi cambazlar olacaktır. Okullar, yeni neslin zekasını ve kalbini yöneten yerler olurken, ülke basını ise satılık hale gelecektir. Hem şahsınızın hem de toplumun hayatını buna göre düzenlemelisiniz."
Burada olduğunuz, düşüncelerimi merak edip de yazımı okuduğunuz için hepinize çok çok teşekkür ederim :)
Kendinize çok iyi bakın, bir sonraki yazıda görüşmek üzere :))
Nisanur El
-DİĞER YAZILARIM-
- KENDİNİ NE KADAR TANIYORSUN? | MESLEK SEÇIMINDE KENDINI TANIMANIN ÖNEMI
- MOTİVASYONUMUZU NASIL KORUYACAĞIZ? | MÜZIK&VIDEO ÖNERISI
- OKUL/SINAV BAŞARISINI ARTTIRMA YOLLARI
- PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ İLE İLGİLİ BİLİNMEYEN GERÇEKLER
- ÖĞRENCİYKEN PARA BİRİKTİRME YOLLARI / NEDEN ARTIK DAHA AZ SATIN ALIYORUM?
- EVDE İNGİLİZCE GELİŞTİRME YÖNTEMLERİ | DIL ÖĞRENME YOLCULUĞU!
- ÜNİVERSİTE OKUNACAK ŞEHİR NASIL SEÇİLİR? | HANGİ ŞEHİRDE OKUNMAZ?
- NASIL PSİKOLOJİ / TIP / MÜHENDİSLİK KAZANDIK ? ZORLUKLARI AVANTAJA ÇEVİRMEK !
Yorumlar
Yorum Gönder